15 Temmuz 2014 Salı

Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek 3. Bölüm

CRADLE TO CRADLE = VIRTUOUS CIRCLE = ZOOPHARMACOGNOSY

BEŞİKTEN BEŞİĞE = ERDEMLİ DÖNGÜ = HAYVANLARDA DOĞAL TEDAVİ

Karada yaşayan bitkiler ve hayvanlar, 400 milyon yıl önce görülmeye başladılar. Hayvanlar, bitkilerin dokularını ve enerji depolarını sömürmek üzere evrimleştiler. Buna karşılık bitkiler, içinde toksinlerin de bulunduğu birçok savunma sistemleri, yol ve yöntemler geliştirerek kendi evrim süreçlerinde kendi varlıklarını korudular ve ürediler.    

Bu toksinler, bitkinin büyümesi, hayatta kalması ve üremesi için kritik bir önemi olan yapraklar gibi bazı organlarda çok yüksek yoğunlukta görülürler. Bitkinin çıkarları için vazgeçilmez olan tohumların yayılması amacına hizmet etmek üzere, otçul hayvanlar tarafından tüketilmek için evrimleşmiş olan olgunlaşmış meyveler gibi diğer organlarda ise düşük yoğunluktadırlar.

Kafein, nikotin, kokain ve esrar gibi bitkisel uyuşturucular, toksinlerin alt grubuna aittir ve otçul hayvanların sinir hücrelerindeki sinyallere müdahale etmek, sinyalleri birbirlerine karıştırmak, sinyalleri anlamsızlaştırmak üzere evrilmişlerdir. Bu toksinler, otçul hayvanlar için yaşam desteği veya ödül değildirler;  tam tersine, otçul hayvanları bitki tüketiminden vazgeçirmek için üretilirler.(01)

İnsanlar olarak biz, pekçok şeyi kendimize bahşedilmiş olarak hazır buluyor ve alıyoruz. Her ne zaman bir boğaz ağrısı çeksek, yüksek ateşle yatağa düşsek, mide ağrısı ile dehşete kapılsak, ağrılar içindeki vücudumuzla hemen arabamıza atlıyor ve doktoru görmeye gidiyoruz.  Hayvanların böyle bir lüksleri yok. Bunun yerine evrimsel anlamda uzmanlaşıyorlar ve topraklar, mineraller, karada veya su içinde/kenarında yaşayan her türlü bitkiler ile  tabiatın sunduğu diğer bütün çareleri deneyimliyor, sezgileriyle edinerek içselleştirdikleri bilgileri içgüdüleriyle  nesilden nesile aktarıyor, ağrılarını/acılarını iyileştiriyorlar.(02)

İnsan olmayan omurgalıların kendi kendilerini ilaçla tedavi ediyor olabilecekleri (self-medication) düşüncesi ilk kez Daniel H. Janzen (1978) tarafından ortaya atıldı (03 & 04). Günümüzde, bazı hayvanların, belirli bitkilerin, toprakların, böceklerin kendi hastalıklarını tedavi edici özelliklerini bilmelerine, bu bitkileri doğada arayıp bulmaları ve kullanmalarına  Zoopharmacognosy deniliyor. Bu terim, Cornell Üniversitesinde biochemist ve profesör olan Eloy Rodriguez tarafından türetilmiş.(05 & 06)

Dünyanın her yerinde, efsanelerde ve halk öykülerinde, tanrısal veya tabiat üstü özelliklere ve kuvvete sahip pek çok hayvandan bahsedilir. Amerika’nın güney batısında Navajo’lar arasında, kültürlerinde bir hayli saygın ve çok ulu bir hayvan ruhu olarak yer alan ayının, ilaç olarak kendilerine Ligusticum porteri (07) bitkisini verdiği söylenir. Gerçekten de Kuzey Amerikan kahverengi ayıları ile Kodiak ayılarının, bu bitkinin kökünü çıkarmak için toprağı kazdıkları, çiğnedikleri ve ağızlarından çıkardıkları özsuyu bütün yüzlerine ve kürklerine sürdükleri bilinir.(08)

Doğa, kendi başına adeta bir ilaç dolabı. Bu nedenle biz insanlar, hem doğayı birlikte paylaştığımız hayvanları ve hem de doğanın kendisini korumak zorundayız. Zoopharmacognosy henüz tam anlamıyla olgunlaşmış bir bilim dalı değil fakat istisnasız herkes tarafından bilinmesi, öğrenilmesi ve  doğal ortam ile biyolojik çeşitliliğin korunmasının söz konusu olacağı istisnasız her projede mutlak surette göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bu hassasiyet, sadece doğal ortamın ve içinde barındırdığı biyolojik çeşitliliğin estetik güzelliğini korumak amacı ile sınırlandırılamaz. Kuş seslerini artık duyamıyacak olmanın ötesinde, insanın kendi türünü devam ettirip  ettiremeyeceği problemi ile de karşı karşıyayız. Çünkü doğal çevre ile biyolojik çeşitlilik, kuş seslerinin ve rengarenk çiçek bahçelerinin ötesinde, gözlerimizle göremediğimiz ve duyularımızla algılayamadığımız pek çok tehlikeyi de içinde barındırıyor. Neredeyse atom seviyesinde mikroskobik bir hayat var ve sayısı belirsiz mikrop, virüs, parazit çeşitleri, dengesi bozulacak bir  ortamda, insanın sonu olabilir. Biz, yaklaşık 400 milyon yılda oluşmuş bir dengeyi, birkaç on yılda bozmak konusunda dev adımlar attık.  Günümüzde, iki veya üç nesil sonra neler getireceği bilinmeyen,  genetiği değiştirilmiş gıdalarla beslenmeye zorlanıyoruz.(09) Gıdaların genetiğinin değiştirilmesindeki temel amaç, bitki zararlılarına (ve kuraklılığa!..) karşı önlem almak ise, 400 milyon yıldır bu bitkiler nasıl hayatta kalabildiler, sorusuna ciddi bir cevap vermek gerekiyor. İnsana tiksinti verebileceği iddia edilebilir, hatta insan yiyecek olursa ölümcül hastalıklara kapı aralamış da olabilir fakat bir solucan, toprağı havalandırıp verimliliğini arttırıyorken ve üstelik doğal ortamda kendisi ile beslenen bir tavuk yenildiğinde insanı asla zehirlemiyorken, zoopharmacognosy konusunda bilgisiz ve/veya duyarsız olmak nasıl açıklanabilir?

Cradle to Cradle felsefesi, benim deyişimle “erdemli döngü” işte tam burada insanın aklına düşmeli: hayvanlarla tabiat arasındaki ilişki (zoopharmacognosy), 400 milyon yıllık doğal bir süreç. İnsanoğlu bu sürecin neresinde, hangi tarihte sahneye çıktı, bilimsel anlamda kesin bir cevabı yok. Dinsel inançlar doğrultusunda farklı tarihler olabilir ama  tartışmak gerekmez, çünkü insan mutlak doğruyu asla bilemez.  Fakat bilinen ya da düşünen herkesçe kabul edilecek basit bir gerçeklik var: insanoğlu sahneye çıktığından beri dünyayı kirletiyor. Giderek uzmanlaştığı bilim ve teknoloji  ile ürettiği eşyalar, alet-araç-barınak vb. bütün elemanlar ile, gerek üretirken ve gerekse kullanım sonrasındaki atıklarıyla, dünyayı bir çöplüğe çeviriyor. Hayvanlar ile tabiat arasındaki 400 milyon yıllık sürece ve dengeye hiç katılmadığı gibi, bu dengenin her iki tarafındaki elemanlara da zarar veriyor. İşte burada, katkıda bulunmak bir yana (ki imkansız!..) hiç değilse bilim ve teknolojisi ile bu dengeye daha fazla zarar vermesin diye, Cradle to Cradle (Erdemli Dönüşüm) felsefesi devreye giriyor. “Hiç değilse daha fazla atık üretmeyelim, artık yeter!..” çığlığı bu.

Atıkların, kabul edilebilir düzeylere kadar azaltılması yolunda ilk adım, 1965 senesinde Amerikan Kongresi’nde kabul edilen “The Solid Waste Disposal Act (SWDA)” kanunudur. Avrupa kıtasında ise atıklar konusu, İsviçreli mimar Walter Stahel ile Genevieve Reday tarafından yazılan ve Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’na 1976 yılında sunulan bir araştırma raporunda, ilk kez dile getirildi.  ‘The Potential for Substituting Manpower for Energy’ isimli bu raporda yazarlar, circular economy (döngüsel ekonomi) adını verdikleri bir taslak ekonomi modeli üzerinden iş yaratma, ekonomik rekabet, kaynakların korunması, atıkların önlenmesi konusundaki öngörülerini dile getirdiler. Bu rapor, 1982 senesinde ”Jobs for Tomorrow, the Potential for Substituting Manpower for Energy” adıyla bir kitap olarak yayımlandı. Günümüzde bu faktörler, sürdürülebilir kalkınmanın 3 temel direğine gönderme yapıyorlar: ekolojik, ekonomik ve sosyal uyumluluk(10).

Bu dergide yayınlanan “Tarihsel Süreci İçinde C2C’nin İzini Sürmek” adını verdiğim yazı dizisini, bu üçüncü bölümü ile burada sonlandırıyorum. Gerçekten ciddi ve hatta minik anlamıyla akademik bile sayılabilecek bu dizi ile, kendi varlığının bilincinde ve sorumluluğunda olan bütün okurların bu konuya dikkatlerini çekmek istedim. Çünkü inanıyorum ki bu problem, yediden yetmişe topyekün, bütün dünya insanlarının ortak bir endişe ile sahiplenmelerini gerektirecek kadar ciddi ve ertelenemez. Tepeden aşağı değil, aşağıdan tepeye doğru, bütün insanların bilinçlendirilmesi gerekiyor. Yazabilenler yazarak, konuşabilenler konuşarak, sanatçılar eserleriyle... Evde, işyerinde, seyahatte... Anneler ninnileriyle... Hepimiz “bana ne!..” deme lüksüne sahip olmadığımızı birbirimize her fırsatta hatırlatmakla yükümlüyüz. Siyasi erkten ve ekonomik egemenlerden öncülük bekleyerek umursamaz bir tavır koymak, eşyanın tabiatına aykırı olur çünkü her iki güç de tabanlarına göre davranmak zorundadırlar. Elbette uyarmak ve doğruyu göstermekle,  yapmakla yükümlüdürler  ama ata sözümüzde dendiği gibi “ağlamayan çocuğa mama verilmez!..”  Üstelik, dizinin ilk bölümlerinde de bahsettiğim gibi, siyasiler oy almaya ve ekonomik egemenler para kazanmaya mecburdurlar: onlara bu garantileri veremezsek, ilk adımı onlardan beklemeye hakkımız olabilir mi?..   

Kaynaklar:


Bu makale Konsept Projeler Dergisi, Temmuz / Ağustos 2014 sayısında yayınlanmıştır.

Dergi sayfalarını görmek için >>

Özlem Devrim
Endüstriyel Tasarımcı / Trend Danışmanı
Uygulamalı Fütürist (Applied Futurist)

@trendssoul

Sayfa güncelleme tarihi : 10.01.2016