19 Şubat 2015 Perşembe

RENKLERİN GELECEĞİ


İlk insanlardan günümüze, içgüdüsel başlayan resmetme/resmini yapma ve renklendirme davranışı, binlerce yıldır dışavurum, etkileşim ve iletişim aracı olarak kullanılıyor. Avcılık deneyimlerinde karşılaştığı hayvanları betimleyen duvar resimleri, insanın ilk eserleridir ve ilerleyen zamanlarda renkleri de kullanarak kompozisyonlar da ürettikleri görülür. Kelimelerin ve ifade şekillerinin kısıtlı olduğu dönemlerde resim –giderek renklenen resim- insanların ilk ortak dilini(n temelini) oluşturur. İnsan, kendini anlatabilmek için mi resim/resmini çizmeye mecbur kaldı yoksa içgüdüsel olarak sahip olduğu bir sanatsal yönü vardı da onu mu kullandı? Sorusunun cevabı bizi  “sanat yeteneğinin sonradan geliştiği” gibi bir varsayıma da götürebilir. Ancak bu, hemen ve kolaylıkla çürütülebilir çünkü insanın duvarlara resim yapmakla yetinmediği; renkli taşları ve çeşitli kabukları kullanarak (diğer bütün canlılarda asla görülmediği şekilde) kendisini süslediği buluntularla ispatlanmıştır. İnsanın bugün sahip olduğu ve gelecekte de sahip olacağı her şeyini sanatsal yeteneğine borçlu olduğunu söylemek, bence yanlışlanması imkansız bir tezdir. Modern insan için resim, tarihe not düşme görevini bugün bile sürdürüyor;  dışavurum, etkileşim ve iletişim aracı olarak daha yoğun kullanılıyor. Sanatın insan genetiğindeki yeri hiç değişmiyor; bireysel, biçimsel ve yöntemsel olarak sürekli gelişiyor, evrim geçiriyor fakat vazgeçemediği, hatta varlığının temeli olan bir şey var: renkler.  

Işıktan maksimum yararlanabilmenin vazgeçilmez koşullarından biri, ışığın oluşturduğu renkleri ayırd edebilmek: etrafımızdaki bütün varlıkların ve objelerin bir rengi var. Renkli görebilmek, renkleri görmek ise insan gözünün en mükemmel özelliği, insanın en nitelikli yeteneği. Hal böyle olunca, insanın renklerle ilişkisi, fiziksel ve ruhsal alanda vazgeçilemez oluyor; bu ilişki modern hayatla birlikte giderek karmaşıklaşırken, vazgeçilemez her şeyde olduğu gibi insanı “renklerle ilişkisini yönetme” gibi fazladan bir yükün de altına sokuyor. Sosyolojik ve psikolojik açıdan pek çok insan bu yükün altında olduğunun/kaldığının farkında bile değil. Örneğin, iki kişinin tek bir şeyi seçmek zorunluğu ortaya çıktığında bunu umursamamak en basit kurtuluş/kaçış yolu ve üstelik pozitif bir getirisi de var. Fakat bu kaçış sanılan şey, fiziksel alanda puan getiren bu davranış biçimi, ruhsal alanda bir bedel taşıyor da olabilir. Hergün (her nedense) nefret edilen bir renge bakmak zorunda kalmak, yıllar sonra ruh doktoruna yolu düşen biri için,  hiç hatırlanmayan, unutulmuş bir sebep olabilir. Vazgeçilmiş bir tercih, uğruna vazgeçilen kişiyle  ayrılığın temel fakat hiç akla gelmeyen nedeni olabilir. Bu örnekler, insan sayısı kadar arttırılabilir fakat unutulmaması gereken ve asla değişmeyecek, yoğunluğu giderek artan bir gerçeklik var: modern insan, bütün ilişkilerini yönetmeyi öğrenmek zorunda fakat bütün ilişkilerin değişmez, en temel girdisi de renkler.

Öyle ki, rengin formdan önce geldiği bile iddia edilebilir: rengi değiştirilemeyecek objelerden vazgeçmek, modern insan için çok olağan bir davranıştır. Öte yandan, biçimin renk üzerinde belirleyici bir etkisi olduğu da doğrudur, yadsınamaz: her renk, her objeye/biçime yakışmaz; obje (adeta) kendi rengini ister/belirler.

Porsche ve diğer spor arabalar neden kırmızıdır? Elektronik eşyaların siyah ve gri tonlarında olması, ilaç ambalajlarının ana renginin beyaz ve diğer açık renkler olması tesadüf müdür? Bu örneklerde biçim, rengi konusunda belirleyicidir ve bilinçli olarak seçilen renk, kritik başarı faktörüdür.

Buna karşılık, rengin de biçim üzerinde belirleyici bir etkisi olduğu söylenebilir mi?  Kesinlikle evet. Yılın rengine boyanmış bir Porsche, o inanılmaz güzellikteki gövdesinin/biçiminin bütün cazibesini kaybeder. İlaç ambalajlarının kırmızıya boyandığını hayal etmek bile insanı ürpertebilir. Bu örnekler, rengin biçim üzerindeki olumsuz etkilerine örnektir. İşte burada, rengin üzerinde en çok belirleyici role sahip olduğu biçime, insan vücuduna bakmak gerekir. Giyim-kuşam, saç ve makyaj, aksesuar-takı... Moda dünyasının vazgeçilmezi insan vücudu, renklere en çok bağımlı olan, en küçük bir renk değişikliğinden bile etkilenen biçimdir. Burada, modacıların ikilemi ortaya çıkar: biçim üzerine biçim yakıştırmak, ve üstelik, hangi renkle(rle)?.. Dünyanın en zor mesleği (bence) moda tasarımcılığıdır. Herhangi bir insan renklerle ilişkisini yönetmek konusunda zorluklar yaşarken moda tasarımcıları bunu bütün insanlar adına yüklenirler. Çok ender alkışlansalar bile, hiç takdir edilmeseler bile, insanın kendi biçiminin farkına varmasında temel (hatta tek) unsur, moda tasarımcılarıdır. Yarış arabalarının hangi renkte boyanmaları gerektiği, ilaç ambalajlarının rengi, yeşillikler ortasındaki bir binanın dış boyası, küçük bir mutfak aletinin rengi... Bilimsel yöntemlerle laboratuar ortamlarında deneklerle ve/veya satış istatistikleri, testler, piyasa araştırmaları gibi çok çeşitli yol ve yöntemlerle bu objelerin en ideal renkleri saptanabilir, saptanıyor. Çünkü bütün bunlar endüstriyel objeler, seri halde üretiliyorlar; insan böyle mi?.. Bir moda tasarımcısı kendisine yakıştırdığını beğenmemek, insana özgü bir tepki, normal. Fakat bir moda tasarımcısının eserini, kendisine hiç yakışmadığı halde giymek/kullanmak normal değil.

Yakışmak ya da yakışmamak, bir moda tasarımcısının gözünden bile bakılacak olsa, sübjektif ve göreceli bir yargı. Bu konuda elbette kabul edilmiş belirli normlar, yani hemen herkesin bildiği/öğrenebileceği nesnel kurallar var. Fakat bu nesnel kurallar bile bölgesel ve kültürel farklılıklara/göreceliğe sahipler. Nesnel kurallar, insan vücudunun fiziksel boyutları ile ilgili. Oysa ki renklerin bir de sübjektif/ruhsal boyutu var ki hiçbir şekilde değişmiyorlar; göreceli değiller, bireysel ve kültürel farklılıklara bağlı değiller: genel ve değişmezler, evrenseller. Bunları her yerde hemen herkes bilir: kırmızı güç, enerji ve ihtirasın rengidir; sarı; enerji verir, neşelidir; yeşil, doğa gibi sakinleştiricidir, güven verir; turuncu, heyecan ve ateşi simgeler; mavi, sakin bir renktir, özgürlük hissettirir, güven verir; mor, derin duyguların, sezgilerin rengidir. Rengin sıfır derecesi sayılan beyaz, siyah ve gri tonları saygınlık çağrıştırır.

Moda tasarımcıları arasında gevşek de olsa bir işbirliği sağlamak, moda dünyasını enerjik tutabilmek adına sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen kurumlar, yıllık veya altışar aylık dönemler için, o yıla/döneme özgü bir renk/renkler seçerler. Hemen her moda tasarımcısının tercih ettiği bir otorite vardır. Yılın/dönemin rengi/renkleri, konuya aşina olmayanlar tarafından -çok ender de olsa- saçmalık olarak değerlendirilebilir. Oysa ki –ekonomik vb.- sayısız getirisi vardır. Bu yazının boyutlarını dar tutmak adına söylemem gereken, tercihlerin sınırlandırılmasındaki temel faydadır: moda tasarımcıları arasındaki olağan yarışın seçili renkle(rle) kısıtlanması, yarışmanın tek kulvarda yapılmasını gerektirir: tek renk fakat –çoğunlukla isteğe bağlı- sınırsız sayıda kombinasyon... Kombine renklerin de teklif edilmesi olağandır fakat bu, kolay bir yarış değildir; herşey renklerle bitmez çünkü moda dünyasında: rengin kişisel bağlamda değerlendirilmesi sübjektiftir fakat rengin kumaşla, desenle ve biçimle uyumu nesneldir. Her otorite rengini açıkladığında, her bir renk eleştirmeni kendi değerlendirmesini yapar. Ben -kişisel olarak- sübjektif yargıların, eleştirilerin yapılmasını doğru bulmam. Bu bir yarıştır ve “tek” renk, yarışma şartnamesinin “tek” kuralıdır; güzel veya çirkin olması değildir önemli olan. Ben, bir moda tasarımcısı gibi düşünür ve rengin hangi biçimlerde nasıl duracağına, hangi tonlarla kombine edilebileceğine odaklanırım. Becerdiğimi söyleyemem, insanı giydirmek konusunda eğitim almadım, moda tasarımcısı değilim ne yazık ki. Fakat kendi alanımda, endüstriyel obje tasarımı ile iç dekorasyon konularında ve kendi giyimimde,  özenli davranırım.

Renklerin Geleceğine bir Bakış

Renkler biçimleri görünür kılarlar, insanın biçimlerle ilişkisi de renkler vasıtası ile olur. İnsanın biçimler hakkındaki ilk yargısı, biçimin kendisi ile rengi arasındaki ahenge verdiği tepkidir. Bu yargı o kadar sübjektif olabilir ki insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı en tehlikeli yaratıkları bile çok sevimli bulabilir. Dünyanın en zehirli yaratığı, dokunulduğu anda insanı felç eden ve sadece 1 dakika içinde öldürebilen zehirli ok kurbağası o kadar güzeldir ki avucuna alıp sevmek istemeyecek bir insan zor bulunur. Oysa ki doğada bu tür parlak ve göz alıcı renkler ile desenler “bana dokunma” mesajı taşırlar. Bütün hayvanların ortaklaşa anladığı bu mesaja, doğada sanat yeteneği sadece kendisinde olan insan ters tepki verir. Asla çıplak gözle bakamadığı güneşin resimleri, hele o patlama resimleri, sadece insana bir sanat harikası, asla çizilemeyecek/boyanamayacak kadar güzel bir tablo olarak görünür.

Bilim ve teknolojinin hiç olmadığı günlerden bugünlere kadar bu tepki hep böyle olmuştur. Gelecekte de böyle mi olacak, böyle mi kalacaktır? Gelecek hakkında öngörüler yapmak gerektiğinde, en kısa (yakın) gelecek 10 yıl olarak baz alınır. Daha ötelere bakılacaksa zaman, onar yıllık dilimlerle ötelenir. 20, 30, 40 yıl sonra renkler (ve desenler) insanları aynı biçimde etkilemeye devam edebilecekler midir? Bunun böyle olmayacağını, böyle kalmayacağını kabul etmek, insanın kendisini inkar etmesi anlamına gelir. Sanatı ile varolan ve sanatı ile medeniyetini (başlatan ve) yücelten insanın kendi dinamiğinden vazgeçmesi demektir bu. Ama, insanın kendisini inkar etmesi, kendi dinamiğinden vazgeçmesi, insanın evrimi/evrilmesi anlamına geliyor olamaz mı? Evet diyebilmek için öncelikle yapılması zorunlu bir şey var: sanatın dışında bir başka dinamik bulmak. 1992 yılında aramızdan ayrılmış olan Isaac Asimov, o dinamiği hissetmiş, öngörmüş ve bilim kurgu romanlarında bize göstermiş olabilir mi? Robotlar –ve diğer her şey- hakkındaki bütün öngörüleri bir bir ispatlandı adeta, henüz beklentide olanları bile var.

Ben, kişisel olarak, bir yol ayrımına yaklaştığımızı düşünüyorum. Aslında, bu bir yol ayrımı bile olmayacak, insanın kendisini inkar etmesi hiç olmayacak. Bu, yepyeni bir şey, bence insanın var oluşunun temel sebebine ulaşması (geri dönmesi) olacak: medeniyetin dinamiği/motoru –insansı- robotlar ve quantum bilgisayarlar(ı) olacaklar, bütün mekanik işleri yapacaklar. İnsan, gene sanatı için, sanatı ile var olacak fakat artık sanat salt mutluluğun dinamiği/motoru olacak; insan mekanikle uğraşmayacak, ruhsal yeteneği ile sadece ruhsal hayatı için yaşayacak.  İnsanın yeryüzünü adeta cennete –sevgi dolu bir evrene- çevirebilmesinin tek yolu, bugün bilime ve teknolojiye harcadığı gücü ve yeteneği sanata, salt sanata geri döndürebilmesi olacağına inanıyorum. Evrenin bilgisi ile donanmış olarak ilk güne yeniden uyanmak, bu muhteşem bir şey olacak.   

Yakın geleceğe, 20 veya 30 sene sonrasına bakalım: Porsche kırmızı renk ile mükemmel bağdaşır ama gelecekte Porsche sürücüsüz kullanılacaksa kırmızısının bir anlamı kalır mı? Her vites yükselttiğinde koltuğa yapışmanın hazzını insan, elleri direksiyonda değilken yaşayabilir mi? Yeri gelmişken, kaç kişi bu hazzı deneyimledi, diye sormak da gerekmez mi? Ya Porsche uçmaya başladığında ne olacak? Unutmayalım, uçan araba yapıldı, fakat pratik hayatımıza henüz girmedi. Uçakların, gemilerin radarlarda görünmez yapılabildiği günümüzden ötelere gidildiğinde, görünmezlik pelerinleri ile tamamen görünmez olacakları söyleniyor. Hatta, 2014 yılı ortalarında Almanya’daki Karlsruhe Teknoloji Enstitüsü (KIT) dünyanın ilk “hissedilmeyen mekanik”  görünmezlik pelerinini ürettiğini açıkladı bile.  İleri teknolojiye sahip bütün ülkeler bu konuda araştırma yapıyorlar. Biçimlerin görünmez olması durumunda, renklerle ilişkisi ve insanın bu biçimlere (görebileceği zamanlarda) vereceği tepki nasıl olacak? Elektronik aletlere gri-siyah tonları yakışır ama graphene gibi nano teknolojik kabukların içindeki elektronik ürünlerde (eğer hala olacaksa) renk tercihi yapmanın bir hazzı kalacak mı? Eğilip bükülebilen malzemelerle üretilecek ve bir bilezik, hatta bir küpe kadar olabilecek mobil telefonların renkleri(?) bizi nasıl etkileyecek? Giyilebilir nano teknolojik kumaşlardan yapılacak elbiselerimiz ile günlük hayatımızı yaşayacak, spor yapacak, güneşten ve kendi adımlarımızdan elde ettiğimiz enerji ile bir yandan da vücudumuza masaj bile yaptıracağız. Bu akıllı kumaşlar, kanımızdaki şeker düzeyini ve kalb atışlarımızı sürekli ölçecek ve tehlike halinde doktorumuza haber verecekler. Artık kış günlerinde bu kumaşlardan yapılmış elbiselerin içinde hiç üşümeyecek, kutuplarda bile olsa titremeyeceğiz. Peki, bu kumaşların sabit bir rengi de olacak mı? Yoksa, canı isteyen canının istediği herhangi bir renge dönüştürebilecek mi elbisesini?

40, 50, 60 sene sonrasındaki geleceğin nasıl olabileceğini tam olarak bilemesek bile, bilim ve teknoloji dünyasındaki otoriteler (üniversiteler, enstitüler, laboratuarlar vb.) yazılı ve görsel basını kullanarak yaptıkları açıklamalar ile insanlığı geleceğe hazırlıyorlar. Gelecek hakkında akla gelebilecek –pratik hayatla ilgili- bütün bu soruları sormak ve cevapları hakkında öngörülerde bulunmak, futurist olmak (gelecekle ilgili özgün öngörülerde bulunmak) anlamına gelmiyor, çünkü bütün bu gelişmeler zaten topraktan çıkmış, filizlenmiş (kamuya açıklanmış) ve giderek büyüyorlar; cevaplarını da iyi kötü –medya ile ilişkisi olan- hemen herkes biliyor. Bir futurist(?)  bütün bu verileri toplayarak genel bir yaşam senaryosu oluşturabilir (ve bu senaryo ile danışmanlığını yaptığı kişi veya kuruluşu özel geleceğine hazırlar) ve zaten beklenen de bu olmalıdır. Böyle genel bir yaşam senaryosu, genel hali ile ancak bilim-kurgu filmlerinde kullanılabilir. Gerçek anlamda tüm insanlığın geleceği ile ilgili bir öngörüde bulunabilmek için 70, 80, 90  yıl sonrasını, yani toprağın altında  (araştırma laboratuarlarında) henüz filizlenmemiş tohumları gör(ebil)mek gerekiyor ama ispatlanması için de 70, 80, 90 yıl gerekiyor!..

Laboratuarlara kapanmış harıl harıl deney yapmakta olanlar sırlarını açıklamaya çok meraklı görünmüyorlar, ceplerindeki leblebileri birer birer çıkarıyorlar fakat –geleceği tahmin edebilmek için- gene de onları takip etmekten başka çare yok. Beynin sırlarını çözmek için (yapay zeka) sınırsız ödeneklerle araştırma yapanlar dışında -belki onlar bile-  nereye ne zaman varabileceklerini bilmiyorlar,  çoğunluğu tesadüflere bile bel bağlamış olabilir. Ancak, buna çok inanıyorum, bana öyle geliyor ki insan, uygarlığının tek sebebi olan sanatsal dünyasından asla kopamayacak. Moda gene var olacak, var kalacak diye düşünüyorum. Fakat herkes, aynaya değil de tıpkısının aynısı insansı kopyasını giydirerek kendisine neyin yakışıp yakışmadığına karar verecek, aynaya bakarken elbisesinin rengini değiştirebilecek ve modacılar da rahat bir nefes alacaklar. Mutlaka ve mutlaka, renkler gene bizi etkileyecek çünkü varlığımızın, ruhumuzun özü renkler ve ışık. Sanatsız ve renksiz bir hayat, insansı olmakla aynı şeydir diye düşünüyorum.

Özlem  Devrim
Trend Uzmanı - Endüstriyel Tasarımcısı
www.ozlemdevrim.com